22 Aralık 2011 Perşembe

Yazık

Bazı insanlar vardır; hayatlarında bir yere gelememiş, hep başkalarının yaptıklarına, çevresine gıpta ile bakan. İşte o insanlar aslında çok tehlikelidirler. İnsan en yakını gibi görünüp onu deli gibi kıskananlar, herkesin kendilerini taparcasına sevdiğini etrafa lanse edenler, elini sallasa ellisi olduğunu savunanlar, iki arkadaşı birbirine düşürmeyi hedefleyenler falan... Ha bu arada iki lafından biri de yalandır bunların. Arkandan iş çevirirler, başarılı olamayınca yine sana dönerler ve tabi zeytinyağı gibi üste çıkarlar. Sense ağzını bile açamadan kanına girerler tekrardan.

Üzücü böyle insanların olması... Merak ettiğim birkaç şey var: Bu insanlar nasıl rahat uyuyorlar? Ya da kendilerini nasıl yalnız hissediyorlar da bunları yapıyorlar aslında? Büyük ihtimalle kendilerine bile itiraf etmekten korktukları şeyler onları bu davranışları yapmalarına teşvik eder. Nasıl ağır bir yüktür bu? İnsan düşüncelerinde boğulur resmen.

Galiba çocukluklarına inmek lazım böylelerinin. Belki o zaman nasıl düzeltebileceğimizi öğreniriz. Çünkü ben kendime yapılanlardan da arkadaşlarıma yapılanlardan da bıkmış durumdayım. Rahat bırakın be adamı! Size ne? İnsanların hayatınızı mahvedeceğinize gidin kendi mahvolmuş hayatlarınızı düzene sokun, belki o zaman sizi gerçekten olduğunuz gibi sevecek insanlar bulursunuz.

İmza: Bir dost...

17 Aralık 2011 Cumartesi

En büyük korkum...

Kaç gündür Grey's Anatomy izleyip bunalıma giriyorum ve bunu bilerek yapıyorum sanki. Her bölümün sonunda hıçkıra hıçkıra ağlıyorum, o kadar ağlıyorum ki çenem ve kulaklarım acıyor. Ama bugün neden bu kadar ağladığımı, neden bu kadar etkilenip üzüldüğümü farkettim: Kaybetmek korkusu fena yer etmiş bende. Ne yaparsam yapayım gitmiyor bir türlü. O kadar kayıp yaşadım şimdiye kadar hayatımda ama hala alışamadım yokluklarına, hala aklıma geldikçe gidenler hüngür hüngür ağlıyorum. Çok normal halbuki zamanın dolunca gitmek. Ama neden bırakamıyoruz o zaman? Neden canımız bu kadar acıyor? Neden alışamıyoruz?

O kadar zor geliyor ki bu yazıyı yazmak şu anda bana. Her geç çalan telefonda kalbim deli gibi atmaya başlıyor, her seferinde korkarak elim gidiyor tuşa. En büyük olaysa bu kadar uzaktayken olur da sevdiğim insanlara bir şey olursa ben naparım korkusu. Onları o kadar zaman görmeden, onlara dokunamadan, sarılamadan, seni seviyorum demeden kaybetme fikri beni deli gibi korkutuyor. Çok korkuyorum, korkumun geçmesini sağlayacak bir şey bulamadığım için daha da panik oluyorum.

Gidenleri çok özlüyorum... Keşke dediğim o kadar şey var ki. Ama ne yaparsak yapalım keşke demeyecek gibi yaşayamıyoruz malesef. KEŞKE yaşayabilsek pişman olmadan, düşünmeden hiçbir şeyi...

Özlüyorum, korkuyorum ve ağlıyorum...

13 Aralık 2011 Salı

Sanat aşkı

Geçen hafta Madrid'e gittim: Uzun zamandır doğru düzgün gezmemiştim, zamanım Hamburg'da arkadaşlarımı ağırlamakla geçiyordu, ben de kendime biraz zaman ayırıp Madrid'e kaçtım. Gittiğimde öğrendim ki ne Floransa ne de Paris benim için sanatın başkenti artık Madrid.
Tutturdum azıcık olan zamanımda bile müzelere gideceğim diye. Öncelikle şunu belirteyim hayatımda böyle müze gezmedim kendimden çok utanıyorum. Malesef 3 müzeyi de 2 güne sığdırmam gerekti, tahmin edeceğiniz üzere koştura koştura gördüm bütün eserleri, hatta Reina Sofia müzesinde göremediğim çok sayıda eser kaldı.
Öncelikle Thyssen-Bornemizsa'ya gittim. Bir ailenin toplamış olduğu dünyaca ünlü eserler sergileniyor orda. Yaklaşık 1600 sanat eseri varmış, 3 kattan oluşuyor. Müzede eserleri sergilenen sanatçılardan birkaçı: Bacon, Braque, Cezanne, Chagall, Dali, Dürer, Gauguin, van Gogh, Goya, Greco, Jawlensky, Kandinsky, Klee, Lichtenstein, Macke, Miro, Munch, Münter, Nolde, Picasso, Rodin, Toulouse-Lautrec, Velazquez... (En önemli isimleri saydım ki saymadığım onlarca isim var daha...) Hiç böyle bir müze beklemiyordum açıkcası. Çok memnun kaldım ama bir gün yeticeğini düşünmüyorum adam akıllı gezmek için.
Thyssen-Bornemizsa'dan sonra başka müze gezecek halimiz kalmadığı için Prado ve Reina Sofia'yı ertesi güne bıraktık.
Reina Sofia'yı Picasso'ya olan aşkımdan sona bırakmak istedim. Prado, Thyssen-Bornemizsa'dan 2-3 kat daha büyük olduğu ve zamanımız olmadığı için koştur koştur gezdim resmen. Ama Velazquez'in Las Meninas eserini görünce o yorgunluk da geçti... Kesinlikle gidilmesi gereken bir yer. Bosch, Goya, Dürer ve Velazquez'in en önemli eserlerini görebilirsiniz.
Ordan çıkıp zaten çok yakınında olan Reina Sofia'ya yürüdük. Benim için Madrid gezimin doruklara ulaştığı yerdi. Önce Dali'nin eserlerinden başlayıp yavaştan Picasso'ya geçtik. 2. katta Picasso'nun meşhur Guernica'sı sergileniyor ondan önce de eseri duvara geçirmeden önceki yapmış olduğu eskizlerin sergilendiği salona girdik. Her şeyi yavaş yavaş inceleyip Guernica'yı öyle görmek istiyorum derken arkamı dönmemle Guernica'nın sağ tarafında elinde meşale tutan kadını görmem bir oldu. Tüm dikkatim dağıldı sanki hipnotize olmuş gibi direk o salona geçtim. Yere oturup iyice incelemek istedim ama galiba ortalığı birbirine katacakmışım gibi bir izlenim verdim ki görevliler ayağa kalkmamı işaret ettiler. Yaklaşık 30 dk boyunca ayakta dikildim kıpırdamadan galiba bu srada istemsiz olarak gözümden yaşlar süzüldü. Hayatımda görmeyi en çok istediğim tablonun önünde duruyordum, daha ne olsun!...
Reina Sofia kesinlikle modern sanatla ilgilenenler için vazgeçilmeyecek bir yer...
Kaldı ki Reina Sofia ve Prado'ya giriş öğrenciler için ücretsiz, Thyssen-Bornemizsa ise sadece 5.5 Euro ve samimiyetle söylüyorum gitmezseniz çok pişman olursunuz...

Ah bu arada Madrid de efsanevi bir şehir, kalabalık, eğlenceli ve gerçekten Avrupa'daki birçok yere göre çok ama çok ucuz yiyecek ve içecek bakımından (deri çantaları da unutmamak lazım ama küçük bir tavsiye boğa derisinden yapılmış olanları almayın; odam hala kokuyor)...

Sırada Londra var =)