8 Ekim 2012 Pazartesi

Tam 1 sene önce

Tam bir sene önce... 8 Ekim 2011, cumartesi günü Hamburg'a indi uçağım. Deli gibi yağmur yağıyordu belli aralıklarla ama, hani 10 dk yağıyorsa 2 dk güneş açıyordu.
Taa kaç sene önce Münih'ten bir arkadaşım olan Kata karşıladı beni havaalanında. İndiğim saniye Almanya'yı ne kadar özlediğimi farkettim, içimi bir huzur kapladı.

1 dönem için gidip 2 döneme uzattım, ona rağmen tadı damağımda kaldı. 1. dönem fazla çabuk geçti, 2. dönemse ondan da çabuk.

2.-3. haftadan itibaren misafirlerim eksik olmadı, çok da iyi oldu. En güzel olanı en yakın arkadaşımın yani biricik Hazalımınnn gelmesi oldu. Hamburg'u onunla keşfettim sayılır =)
O muhteşem şehrin tek kötü tarafı berbat ötesi havası malesef. Hayatımda bu kadar üşümedim. Soğuktan ağladığım zamanlar hala hafızamdan silinmedi. Yağmurlu havalarda şemsiyemi rüzgardan dolayı açamadığım için ıslanmalarımı hep Franzbrötchen yiyince unuttum. O kadar çok Franzbrötchen yedim ki sonunda tatil için Türkiye'ye döndüğümde 6 kilo almış olduğumu farkettim.

2. dönem muhteşem evimde, dünya tatlı ev sahibimle geçirdim. Arada -toplamda yaklaşık 2 hafta boyunca- hava çok güzeldi.

Bunları neden yazdığımı cidden bilmiyorum. Gereksiz saçma sapan bilgiler işte... Ama yazdıkça anılarım canlanıyor, bir mutlu oluyorum, orda dostlukların ne kadar değerli olduğunu farkediyorum, iyiki gitmişim diyorum.

- İlk haftaki toplu halde karaoke yapışımızı
- Manolya'nın tuvalete tüm servetini düşürüşünü
- Natachaların evindeki krep fiyaskosunu
- "Muhteşem" yılbaşı gecemizi
- Siyah beremi kaybedişimi
- Franzbrötchenları
- Deli gibi sarhoş olup tanımadığım birinin arabasına binişimi
- Büşra'nın her seferinde trende uyuyakalmasını
- Ece'nin Facebooktan silip ekleme olaylarını
- Hanife'nin ders çalışmalarını
- Küçük Coni'yi
- Buğra'nın kafasının normal olduğu tek günü
- Koray hocayı
- Gecenin bir köründe Hauptbahnhoftan muz ve portakal çalışımızı
- Laura ile kahve içmelerimizi
- Leyla ile Ponybar saatlerimizi
- Kızlarımla Steindammdaki kahvaltılarımızı
- Büşra ile saç boyamamızı
- Ece ile Brownie yapamayışımızı
- Özgen'nin zil zurna sarhoş oluşunu
- Mühendis bebeğimi
- Doktor sevgilimi (!)
- Hazal'ı sabahın 6sında havaalanında elimde Franzbrötchen ve Apfelschorle ile karşılayışımı
- Son gece deli gibi sapıtıp sarhoş bir halde annemle Fischmarkt'a ordan da bruncha gidip brunch masasında uyuyakalışımı
- "Yavaş olmam gerektiğini"
- Hamacher'ın yakışıklılığını
- Faust'u oynayan adamın baklavalarını
- Jim Block ve Vapiano'yu
- "Lanet olsun bu hayat"ı
- Evimizdeki güzel kahvaltılarımızı
- Strip cluba gidişimizi
- Ve dönerken ev sahibim, komşularımızın ağlayışını
- Birtanecik arkadaşlarımın bana sürpriz yapıp Roma'dan döner dönmez bizi yolculamaya gelmelerini
asla ama asla unutamam....

İyiki varsınız, iyiki hayatıma girdiniz. Bu muhteşem sene için hepinize çok teşekkür ederim. Sizi çoook özlüyorum bebitolarım!

24 Ağustos 2012 Cuma

Çocukken biz...

Dün canım Nickelodeon'daki çizgi filmlerden izlemek istedi. Şimdi neler var bilmiyorum ama eskiden Rugrats, The Real Monsters fln vardı. Lağımda yaşayan şemsiye gibi olan canavara bayılırdım mesela. Kıpkırmızı dudakları vardı...
Haftasonu tv başından ayrılmazdım, hele de babaannemdeysem sabahtan akşama kadar sırayla hepsiniz teker teker izlerdim...

Dün gece de Heidi'yi izledim. Ama eski tadı bulamadım, sanki Heidi bir salaklaşmış, bir şişmanlamış göründü gözüme. Konuşması hele, aman yarabbim =))

Neyse işte, ben bunları araştırıp izlerken aklıma çocukluğumuz -90lar- geldi... "İnternet çocukları" değildik biz. Bizim zamanımızda bir sayfanın açılması bilmem kaç saniye sürüyordu. Bekle babam bekle -ee şimdi fiber çıktı tabi. Masaüstü bilgisayarda oynadığım iki tanecik oyun vardı benim; bir tanesi Barbie (kızlardan başka ne beklenebilir ki) diğeri ise Mortal Kombat'tı.

Günümüzün çoğu ise dışarıda parklarda geçerdi. Akşam eve gitme saati gelince de bahçeden balkondan bizi çağıran anne babamıza: "Lütfeeeeeeeeeeennnn, lütfen 5 dk daha kalayım." diye seslenirdik avazımız çıktığı kadar. Kum havuzlarında oyun oynardık, kaydıraklardan kayardık, salıncakta hızlı bir şekilde sallanırken uzun atlama yapıp dizimizi kanatırdık.
Hatırlıyorum da benim vücudumdan yaralar eksik olmazdı. Patenlerimizi, scooterlarımızı alıp mahallede tur atardık havalı havalı. Komşuların zillerini çalıp çocukları çağırıp koştururduk. İstop oynardık, saklambaç oynardık -saymamız gereken sayıya kadar ASLA saymazdık- önüm arkam sobe derdik.

Biz evde bilgisayarların başına oturup kalmadık hiç, biz çocukluğumuzu kısmen de olsa doya doya yaşadık. Şimdi evimizin yanındaki terkedilmiş, paslanmış demirlerin yerini almış plastik oyuncakları gördükçe bir kötü oluyorum, üzülüyorum sokak hayatını yaşamamış veya yaşayamamış çocuklara...

Neyse ben bir posta Disney'in Tenefüs Zili'ni izleyeyim...

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Welcome to hell

SICAK, çok sıcak ve gittikçe daha da sıcak oluyor...

2 hafta önce Hamburg'da hava 13 dereceydi, Essen'e geçtik 30 derece. Gece 2de indi uçağımız Antalya'ya ve hava galiba 40 dereceydi. O kadar terledim ki ne babamı ne de babaanneme doğru düzgün sarılabildim. 3 gün sonra Ankara'ya geçtim ve nefes alabildim! O 3 gün içinde de evden sadece son gün dışarı adımımı attım. Klima ile iyice dost olduk, aramızda fazlası ile özel bir bağ var - o beni bırakmak ile tehdit ederken (elektrik kesintileri) bense onsuz yaşayamayacağımı söylüyorum sürekli.

Ankara iyi hoş güzeldi de cehenneme dönmek pek hoş olmadı. Zira burası daha da sıcak oldu. Dün arkadaşımla kaleiçi turu yapalım dedik, şu an sadece nasıl oldu da beyin kanaması geçirmedik diyorum.

Aklı olan Antalya'ya taşınmasın hatta burdakiler de gitsin başka bir şehire yerleşsinler. Tvde doktorlar veya aşk-ı memnu izlemek bile dışarı çıkmaktan daha mantıklı bir hareket olacaktır!

Şimdi gidin plaj çantalarınızı bir kenara bırakın ve klimayı açıp altında yatın (deniz havadan daha sıcak, uyarmadı demeyin).

10 Temmuz 2012 Salı

Keşke(ler)

1. Keşke anneanneme daha çok sarılsaydım ve keşke onunla daha çok fotom olsaydı.
2. Keşke dedemden daha fazla şey öğrenebilseydim.
3. Keşke içimden gelen her şeyi başkalarının ne düşüneceğini umursamadan yapabilsem.
4. Keşke sivri dilli olmasam.
5. Keşke herkese çok kolay kanmasam.
6. Keşke "coni"yi yeniden görüp ağzıma geleni söyleyebilsem.
7. Üstteki keşke başka bir gereksiz için daha geçerli.
8. Keşke bugün yanımda oturan çocuğa ödev tesliminin tarihini öğrendim eylül sonu değil 24 ağustostaymış diyebilsem, araya da amma tatlı şeysin sen diye bir cümle sıkıştırsam.
9. Keşke özlediğim herkesi görüp özlemimi giderebilsem.
10. Keşke keşke demesem.
11. Keşke tüm ödevlerimi zamanımda yapsam.
12. Keşke annemi daha çok öpebilsem.
13. Keşke babaannemi yemek konusunda hiç üzmesem, verdiği her şeyi yiyip öküz olsam.
14. Keşke saatlerce dedemin kucağında yatabilsem.
15. Keşke Antalya sıcak olmasa.
16. Keşke Hamburg soğuk olmasa.
17. Keşke burayı bırakıp dönmek zorunda olmasam.
18. Keşke  zamanı geri alabilsek.
19. Keşke A&F erkeklerinden birini eve alıp besleyebilsek (di mi Eceee?)
20. Keşke ayağım ağrımasa =(
21. Keşke tüm sokak hayvanlarını besleyebileceğim bir barınağım olsa.
22. Keşke ülkemiz insanları daha duyarlı olsa.
23. Keşke hep ileriye, daha ileriye gitsek.
24. Keşke yiyip yiyip kilo almasak ve yattığımız yerden kilo versek.
25. Keşke kötülükler hiç olmasa.
26. Keşke arada sırada işine geline yazan insanlara ağzıma geleni söylesem.
27.
28.
29.
...

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Kendime not(lar)

1. Bundan sonra gittiğin her dersin kitabını oku.
2. Aldığın tüm derslere git ki hangi kitapları okuyacağını bil.
3. Çok gezme ayağın pert oluyor.
4. Aman gez bir daha mı gelicez dünyaya.
5. Herkese öyle hemen değer verme.
6. Herkese hemen güvenme.
7. Güven verebilen birilerini bulunca da sakın bırakma.
8. Emin ol ailenden başkası yalan.
9. La'yi scan et.
10. Duration sheeti imzalat.
11. Transkripti hazırlat.
12. Erasmus bitiyor diye ağlama.
13. Ağlayınca makyajın akıyor, ağlayacaksan rimel sürme.
14. Daha sık blog yaz.
15. Geçmişte takılıp kalma, geleceğe odaklan.
16. Üniversitelerin başvurularını kaçırma.
17. Kendini daha çok sev.
18. Daha az yemek ye, öküz olma.

10 Haziran 2012 Pazar

Erasmusun yüz karaları

Hahaha, evet, o yüz karaları biziz. Biz derken isim de vereyim: Ece, Büşra ve ben.

Türkiye'nin farklı yerlerinden gelip Hamburg'da buluşmuş üç arkadaşız. Birçok ortak noktamız var. yoksa zaten "arkadaş" olamazdık. Ama en trajikomiği ise erasmustayken gayet de single hayatı yaşamamız.

Şimdi kalkıp kimse: "Eee, ne var bunda?" demesin. Erasmus diye tabir ettiğimiz değişim programında gerçekten ama gerçekten çirkin diye hitap ettiğimiz tiplerin bile hayatlarına bir heyecan katması demektir. Bizim hayatımızdaki tek heyecan bol bol gezmemiz oluyor galiba.

Tamam, mutluyuz -hem de çok mutluyuz-, eğleniyoruz, keyfimiz yerinde; ama insan Paris'e, hatta Roma'ya bile arkadaşları ile giderse -evet işte o biraz (!)- koyuyor. :D

Pek bir hanım hanımcığız biz burada -maşallah:D-

Hayır, kültürlü, hoş (kendimden bahsetmiyorum, sevinebilirsiniz:D), bilgili insanlarız sonuçta. KOKMUYORUZ da:D

Bunun tek bir açıklaması olabilir. Birileri bize fena beddua etti...

Bu yazımı Büşra ve Ece için yazıyorum. Bakıp bakıp gülelim diye:D

PS: Salak salak yorumlardan kaçınalım lütfen =)

6 Haziran 2012 Çarşamba

Pek bir kararsız gördüm kendimi, galiba ikizler burcuyum

Burçlardan hiç anlamam, hatta doğum tarihini söyleyince burcunu söyleyen insanlar uzaylı gibi gelmişlerdir bana hep - o derece.

Ama ben gerçek bir ikizlerim -galiba. Sürekli fikirlerim değişiyor, bir dakikam bir dakikama uymuyor.

Mesela şu an deli gibi saçlarımı kestirmek istiyorum, YİNE. Bunu babam ve anneme desem herhalde artık kalp krizi geçirirler. Zira 2-3 senedir saçlarımın uzamasını bekliyorlar. Hatta annem geçen gün: "Kızım mezun olacaksın bari kepini güzel güzel uzun saçla atsan" dedi. Ama olmuyor, bende bir kısa saç aşkı var ki sormayın gitsin.

Yine de karar veremiyorum, kısa saç mı daha iyi yoksa uzun saç mı. Biliyorum %80iniz uzun diyecek, bakın gece gece yine aklım karıştı.

Kestirsem mi acaba yine?

Ha burçlar ne alaka mı? Bilmem, aklıma geldi işte...

15 Mayıs 2012 Salı

Sorma "arkadaşım" sorma

Beni tanıyanlar bilir fazla kararsız bir insanımdır. Bazen saatler hatta günler sürer karar vermem için, o arada da istediğim şey elimden gidebilir. Mesela güzel bir elbise, konser bileti vs. (Alper bunu RHCP ile çok iyi deneyimlemiştir -özür dilerim tekrardan =( )
Neyse ben kendimden değil genel bir konudan bahsedeğim bu sefer -inanamadınız di mi?

Demin bir tweet okudum ve o okuduğum bütün kızların demek istediği ancak nedense dile getiremediği şeyden bahsediyor: " nereye gidelim veya ne yapalim diye sormayin;elimizden tutup götürün."

Ne de doğru demiş. Yahu bir adamla buluşuyorsunuz, kalkıp size nereye gidelim diye soruyor. Kadına sorulmaz bu soru, şayet karşısındaki kadın benim gibi biriyse yandı bir kere; yüz saat karar veremez artık.
Hayır, zaten planı yapması gereken de erkektir, kadın prensesler gibi el üstünde tutulmalıdır. (!)

Neyse, bu konuyu uzatmaya gerek yok. Sonra aman allah korusun anafikri unutuverirsiniz =)

5 Mayıs 2012 Cumartesi

"tipi: al karşına istediğini konuş"

Uzun zaman olmuş yazmayalı, aslında çok şey var da yazacak ama dünden beri çok güldüğüm ve gurur duysam mı bilemediğim bir şey oldu. Tamam herkes diyordu ama Cem'in demesiyle daha bir netleşti.
Benim tipim: "Al karşına istediğini konuş, kasma yani" Tescillendi bir Cem kalmıştı demeyen o da son noktayı koydu.
Hayır yani ne alaka ki şimdi? Nedense tüm erkek arkadaşlarım benimle istedikleri muhabbetleri yapabiliyorlar (tamam yapsınlar çok eğlenceli oluyor zaten) ama bazen kendimi onlardan biri olarak görüyorum, saçma sapan sohbetlere katılıp bir de fikir veriyorum:D
bunların hepsi acaba F1, futbol, basketbol vs izlediğim için olabilir mi? Çok rahat bir insan olduğumdan fln? Hepsi herzamanki gibi babamın hatası =(
Aman bilemedim işte, sadece komik geldi ben de yazayım dedim. O kadar yani...

Berk ve Cem sizi çok seviyorum ben biliyor musunuz?

Muah

23 Mart 2012 Cuma

Sondan Sonra...

Salı günü bir arkadaşımla buluştum, ayın 22sinde Emre Kınay ve Ahu Türkpençe'nin oynadığı "Sondan Sonra" varmış, gidelim mi dedi. Ben de süper olur dedim.
Dün bir heyecan koştur koştuk gittik -oyun ücretsiz olduğu için malesef sıraya girmek gerekiyor Atatürk Kültür Merkezi'nin bahçesinde. İçeriye girmeye gerek kalmadan gecenin zor geçeceği kalabalıktan belli oluyordu. Aspendos salonunun kaç kişilik kapasitesi olduğunu tam olarak hatırlamıyorum ama tıklım tıklımdı yerlerde oturanlari ayakta duranlar vs. Oyun başlamadan önce telefonlarımızı sessize almamız ve fotoğraf çekeceksek ilk 5 dk içerisinde çekmemiz gerektiğini anons ettiler.
Buraya kadar normal değil mi her şey. Ama birilerinin telefonunu sessize almayacağını herkes adı gibi bilir. Ben hayatımda şimdiye kadar belki bir gösteride telefon sesi duymamışımdır (bir ne demek allah aşkınıza?!).

Bu arada oyun 2 kişilik, başta da belirttiğim gibi Emre Kınay ve Ahu Türkpençe sahneliyor Sondan Sonra'yı.
İngiliz yazar Dennis Kelly'nin kaleme aldığı eserde, 11 Eylül sonrası hastalıklı bir aşk üzerinden, 'güç ve iktidar' ilişkisi sert bir dille irdeleniyor.

Malum 2 kişilik bie oyun olduğu için de oldukça konsantrasyon gerektiriyor. Oyunun 2. dakikasında galiba ilk zil sesi geldi. Pek bir laf söylenmedi -olur sonuçta böyle "kazalar". 5 dk geçtikten sonra fotoğraf makinalarının flaşlar patlamaya devam etti. 10.-15.20. dk derken en fazla 5 dk aralıklarla bir telefon sesi duyuldu, insanlar kendi aralarında konuşmaya başladılar, oyun sahnelenirken gofretin kağını açmaya çalışan bir teyzenin çıkarttığı ses fln derken kimsede kafa kalmadı.

Sonra perde arası verildi. Herkes şikayetçi: "Aaa olur mu kardeşim? Kapasınlar şu telefonları, valla rezillik, terbiyesizler." gibi yakınmalarda bulunuldu. Tam o sırada yer kavgasından dolayı yaşça büyük bir bayan ile lise öğrencisi olduğunu düşündüğümüz bir kız arasında seviyesizce bir tartışma yaşandı. Çok şükür sonunda bir yaralanma falan olmadan 2. perde başladı. Bu perdede kadına olan şiddet ön plandaydı. Mark (Emre Kınay) Louis'e (Ahu Türkpençe) dayak atınca önümüzdeki sırada oturan bir teyzeden beklenmedik bir hareket geldi. Teyze basbas bağırarak: "Kadına şiddete hayır!" dedi. Hayır, güler misin ağlar mısın? Tam o sırada Mark Louis'e elindeki sandalyeyi fırlatmaya yeltenince teyzeden 2. cümle geldi: "Emre hiç yakıştıramadım sana!" Ne Emresi ya?! Mark o teyze Maaaarrrkk!!!
Bu arada telefonlar çalmaya devam ediyor, arada birkaç telefona mesaj geliyor, Samsung markalı olanların şarjları bitiyor fln. Bir ara önümüzdeki bir dede de yanındakine: "Kulağım duymuyor, kulaklığımı unutmuşum." dedi, tahmin edersiniz ki bunu pek de kısık bir sesle söylemedi.

Oyunun sonuna doğru -artık biz sinirden ağlayacakken- kadının teki, sıcaktan bunalmış olmalı ki, elindeki kağıt parçasını yelpaze niyetine kullanmaya başladı. Zaten bu sahnede kısık sesle konuşuluyor, anlamıyoruz bir de zeki(!) hanımefendinin yelpazesi eksikti. Ama bardağı taşıran son damla oyunun son dakikalarında çalan bir telefon oldu: Zil sesi "Apaçi Marşı"!!! Artık orda dayanamayıp sinirden gülmeye başladık.

2 sanatçı da selam vermek için sahneye çıktıktan sonra Emre Kınay dayanamayıp yakınmalarda bulundu, kaldıki selam verirken bile yüzünden düşen bin parçaydı. E adam haklı, kalkmışsın 2 kişilik bir oyun oynuyorsun, sürekli telefon çalarsa, flaşlar patlarsa nasıl konsantre olacaksın?!

Gerçekten çok üzüldüm...

Galiba bazı insanlara gerçekten de nerede nasıl davranılması gerektiğine dair dersler verilmeli. Hatta okullarda bile öğretilsin bu çocuklara. Sonuçta: "Ağaç yaşken eğilir".

Galiba uzun bir süre Antalya'da tiyatroya gitmeyeceğim, yoksa olan yanımdaki insanlara olur...

16 Mart 2012 Cuma

Kıskanç bir insanım esasında

Her şeyden önce belirtmek isterim ki, gerçekten böyle bir annem olduğu için çok şanslıyım (arada bir yazılarımı okuyor da, aman ha!).

Çok çalışkan, çok bilgili-kültürlü, ve çok da GÜZEL ve ZAYIF!

İnsanın annesinin kendinden zayıf ve daha güzel olması malesef kişiyi ciddi anlamda depresyona sokabilir... Biliyorum, çünkü bunu yaşayanlardan biri de (iyi mi kötü mü bilemedim) benim.

Okumuşsunuzdur, Almanya'da hayatımda almadığım kadar kilo aldım. Antalya'ya geldiğimden beri o kiloları vermeye çalışıyorum ve gayet de başarılıyım şimdilik ama annem karşıma geçip olmayan göbeğini bana gösterip: "Off Elvin bak yaşlar ilerledikçe böyle kilo alıyorsun(!)" deyince cidden kafayı yiyorum. Hayır yani senin yanında öküz gibi kalıyorum annecim, neden bunu anlamıyorsun acaba?

Artık annem odama şunu mu giysem bunu mu giysem diye geldiğinde odadamdan çıkarıyorum resmen...

Olabilir insan annesini kıskanabilir yani, ben napayım kadın çok güzel be =(

PS: Canım anneeemmmmm, güzel anneeemmmm severim ben seni bilirsin <3

9 Mart 2012 Cuma

Evdeki koca delik!

Çamaşır makineleri çorapların tekini yutar, bu zaten bilinen bir gerçek, değil mi? Hepimiz muzdarip değil miyiz çoraplarımızın tekinin kaybolmasından? Keşke bizim de sadece çamaşır makinesinden dolayı moralimiz bozulsaydı ama bildiğiniz gibi normal bir aile olmadığımız için başımıza olur olmaz şeyler geliyor...

Pazar günü -ben Ankara'dayken- babam ve annem dışardan eve geliyorlar elleri kolları dolu. Neyse bu hikayenin başlangıcı. Ertesi gün -ben sabahın köründe Antalya'ya gelip deliksiz bir uyku çekerken- pat diye odama babam giriyor ve gömleklerini koyduğu dolabımı açıp karıştırmaya başlarken bana da: "Elvin arabanın anahtarını gördün mü?" gibisinden saçma sapan bir soru soruyor. Allah aşkınıza benim arabanın anahtarı ile ne işim olabilir? Hayır zaten sabahın 7sinde gelmişim eve, bırak uyuyayım. Neyse evi arayıp taradıktan sonra yedek anahtarı alıp arabaya iniyor, orda ve bahçede saatlerini harcıyor ama nafile; anahtardan eser yok.

Tam 2 gün boyunca babaannem dahil olmak üzere tüm mahallede -gerçekten tüm mahallede- anahtarı aradık. Sonuç: "Şeytan aldı götürdü satamadan getirdi" demeyi çok isterdim ama Başaran'a gidip anahtarın kodunu değiştirip yeni bir anahtar siparişi verdik.

Şu an tek isteğim umarım yazın fln bir yerlerden çıkmaz da kafayı yemeyiz...

Bu arada babamın daha önce de 2 kere nüfus cüzdanını kaybettiğini belirtmiş miydim? Yok yok bizim evde kesinlikle eşyalarımızı yutan kara kocamannn bir delik var!

22 Şubat 2012 Çarşamba

Yok böyle aile

Demiştim daha önceden de benim ailem bir gariptir diye. Biraz önce "Zenne" adlı filmi izledik. Öncelikle bayıldığımı söylemeliyim kesinlikle. Filmin sonunda gözyaşlarımı tutamadım... Ülkemizin bu halde olması beni gerçekten çok üzüyor...

Neyse hiç üzücü konulara girmek istemiyorum şimdi, o yüzdeeeennn asıl meseleye dönüyorum.

Efendim filmin ortasında en heyecanlı yerlerinde babamın konuşma alışkanlığı vardır (aslında bizim aileye özgü bir şey bu galiba). Sürekli bölünüp durdu güzelim film. Ben de tabi sinirlenip: "Noluyor sana yaaaaa 50li yaşlara giriyorsun diye iyice çocuklaşıyorsun" dedim. Sonra olanlar oldu: Babam anneme dönerek: "Ben Mezopotomya'ya mı giriyorum Selma acaba?" dedi. Tabi bunu şaka olarak söylüyor asıl söylemek istediği andropozdu. Ama annem -anlamadı mı yoksa filme o kadar dalmıştı da umrunda mı olmadı bilmiyorum- aynen şu cevabı verdi: "Hayatım sen Mezopotamya'ya değil normal hayata giriyorsun".

Allah aşkınıza elinizi vicdanınıza koyun ve bana dürüstçe cevap verin:
Böyle bir aileye sahip olan bir çocuk nasıl normal biri olabilir?!

Annem ve babama burdan saygılar ve sevgiler... Sizi çok seviyorum dostummmm

10 Şubat 2012 Cuma

Elveda

Çok değer verdim, çok değer verdiğim için de böyle oldu...
Kardeşim olmadı benim, ne kardeş, ne abla-abi. O yüzden de arkadaşlığa çok önem verdim, o kadar önem verdim ki onları kendimden çok önemsedim. Bazılarının sınıflarını geçmelerine yardımcı olayım derken hocalarımın gözünden düştüm, kendi ödevlerimi yapmadığım halde gidip onlara yardım ettim -aman yazıktır yapamaz mantığı ile- Sonra kendime zaman ayırmaya başlayınca da arkadaşlıklarını kesip arkamdan atıp tutmaya başladılar. Umursamadım ama ben umursamazken benim çevremdekiler bu saçmalıklara kulak vermeye başladılar.
Bazıları -neden bilmem- okudukları okulu, bölümü bize yanlış(!) söylediler, kendi çaplarında hayali bir dünya yarattılar ve bizi o dünyaya dahil ettiler. Diğerlerinin arkamdan çevirmediği iş kalmadı, bana inanacaklarına gidip doğru düzgün tanımadıkları insanlara inandılar. Ama ben yine dayanamadım salak gibi onları öyle kabul ettim. Ta ki çok başka bir olayın gerçek yüzünü öğreninceye kadar. Geçen gün öğrendiğim şey benim için tamamen tüm değer yargılarımı sorguya çektirecek bir şey oldu. Arkadaşlık dediğimiz bu olay o kadar da basit olmamalı, zayıflık anında unutulmamalı... Şu ana kadar herkesle aramı yeterince iyi tutmaya çalıştım ne için? Bilmem, büyük ihtimal tek çocuk olmamdan dolayı... Ama geçen gün yaşadığım olayda çevremde ne kadar az "arkadaş" olduğunu öğrendim malesef. En yakınlarım diye adlandırabileceğim insanların benden bir şeyler gizlemelerinden bıktım usandım artık.
Sadece şunu biliyorum: Bir daha eskisi gibi olamam, çünkü bu kadar yeter. Kendimi daha fazla üzemem ve kimse benden daha önemli değil...
Varsın yanımda bir elin parmağını geçmeyecek kadar arkadaşım olsun, önemli olan onların bana sadık kalıp gerçek yüzlerini göstermeleri.

O yüzden tüm sahtelere burdan elveda... Eğer siz beni üzmeseydiniz şimdiki Elvin asla olmayacaktı. Teşekkürler her şeye rağmen...

Her şeye inat

Tamam başıma şu günlerde bir ton olay gelmiş ve olaylar sinirimi bozmuş olabilir ama hiç önemli değil. Antalya'dayım ben ya! Güneş var burada arkadaş! İçim içime sığmıyor resmen, meğer nasıl sıkılmışım Hamburg'un gri havasından, nasıl bunalmışım. Tabi şu an hava değişikliğinden hasta bir şekilde yatağımda yatıyor olmam hiçbir şeyi değiştirmez... Ne olursa olsun evde kalmaya niyetim yok. Ha ayağım mı acıyor? Evet olabilir, hatta belki yürürken cadde ortasında ağlatıyor hüngür hüngür, o da önemli değil... Şu 2 ayımın tadını deli gibi çıkaracağım, tez yazmam da, salak insanlar da, hiçbir şey engelleyemez bunu...

Çok özlemişim be...

12 Ocak 2012 Perşembe

Erasmus'un yan etkileri ya da Almanya'nın mı demeliyim?

Şimdi geldik ettik, iyi hoş güzel ohhh ne ala... İlk ay her şey güzel gidiyor, ama nedense yemek yemek istemiyorsun hızla kilo veriyorsun -almaktan iyidir ama sonuçta değil mi?
Sonraaaa croissantların kokusuna dayanamayıp yemeye başlıyorsun, ardından franzbrötchenler geliyor =(
Bir bakıyorsun eski halinden eser yok... 1 kilo 2 kilo derken olmuşsun duba. Amaaan geldiğimde nasıl verdiysem yine öyle veririm diyorsun, olmuyor. Bir kere seni ele geçirdi mi kurtuluş yok demektir!

Bu yazıyı yazmamın sebebi -açık açık söylüyorum, ha dalga geçerseniz öldürürüm o ayrı!- jeanimin içine nefesimi tutarak girişimdir =(
Ama ben geleceğe ümit dolu gözlerle bakıyorum Antalya'ya döndüğümde onlardan eser kalmayacak. Valla bak, aaa neden inanmıyorsunuz yaa?! =(

Tamam şimdi defolabilirsiniz. Beni kilolarımla başbaşa bırakın, pislik zayıf insanlar =(