31 Aralık 2016 Cumartesi

Sevemedim seni 2016

2016 için çok umutlarım vardı, 2015'in son aylarında eski ilişkisinden çok çekmiş biri olarak tüm güzel enerjimi 2016'nın dilekleri için harcadım. Ama yeni yıla girişimiz bile olaylıydı. Ailem dediğim insanlardan biri ile Hamburg sokaklarında kavga ettim. Dakika bir gol bir hesabı.

2016 benden çok şey götürdü... 2013 için lanetli yıl derken, başka bir yılın benim için aynı kötülükte veya daha kötü olacağını hesap etmemiştim.

2016'da en çok ülkem için ağladım. Uzakta olmak insana çok koyuyormuş onu öğrendim. Her patlamada yaralı ve ölü listesine bakmak insanın üstesinden gelemeyeceği travmalara yol açıyormuş. "İçeri" giren gazeteciler, yazarlar, bilim insanları, politikacılar ve hiç suçu olmayan sadece eleştiren insanlar... Her biri için döktüğüm gözyaşını sayarsak neredeyse 2013'e eşitlenebilir. Galiba 2016 en umutsuz olduğum yıl oldu.

2016 benim en yalnız hissettiğim ikinci yılımdı. Tüm arkadaşlarımın, ailem dediklerimin Hamburg'dan ayrılmaları ile yapayalnız kaldım ve böylece Türkiye'ye taşınma kararı aldım. Hamburg'un miadını doldurduğunu hissediyordum, nitekim işler istediğim gibi gitmedi ve sonunda aslında bunun benim için birileri tarafından verilmiş en doğru karar olduğunu farkettim.

2016'nın bana kattığı tek güzel şey Hamburg Film Festivali görevim sırasında geleceğim ile ilgili farkına vardığım gerçeklerdi. Seneler önce Almanya'ya gelme hevesi ile vazgeçmek zorunda kaldığım hayallerime tekrar kavuştum. Beni neyin mutlu ettiğini öğrendim ve bunun peşinden gitmeye başladım. Daha somut adımlar atmış olmasam bile sadece kafamda verdiğim kararla geleceğimi etkileyebilecek kişilerle tanıştım.

2016 bana çevremdeki hastalıklar ve ölümlerle hayatın ne kadar boş olduğunu ve benim aslında ne kadar boş şeylere üzülüp ağladığımı öğretti bana. Ha ağlamaktan vazgeçtim mi? Hayır. Ama 2016 bana kanser şokunu Mert üzerinden tekrar tekrar yaşattı. En nefret ettiğim, en kötü anılarımın sahibi olan kanser benim çok sevdiğim arkadaşıma 3. kez uğradı!

2016'da sevgi bitince duygusuz olabildiğimin farkına vardım. Ve çok tolere ettiğim insanlara karşı bile bir saniye içinde duygularımın tükendiğini gördüm. Hiçbir şey olmamış gibi yoluma devam ettiğimi gördüm. Tabi ki onarılması zor yaralarla....

2016 bana yaşadığım ilişkilerin bir kısır döngüye dönüştüğünü ve bunun için benim bir şeyler yapmam gerektiğini öğretti. Ne yaparsam yapayım sonunun aynı olduğu ilişkiler... En huzurlu ve belki de güvende olduğumu düşündüğüm an 100. kattan düşüyormuşum gibi hissettiğim ilişkiler.

Ama 2016 aynı zamanda bana kendimi olduğum gibi sevmek için bir adım atmama yardım etti. Ve belki de hayatımın en zorlu yolculuğuna çıkacağım bir yıl olacak 2017. Kendime doğru yol alacağım, Elvin ile tanışacağım.

2016 belki takıntı haline getirdiğim, belki de kopamadığım insanlardan kopmam gerektiğini gösterdi bana, "Saçma hayallerin peşinden koşma!" dedi bana. "Gerçekçi ol!".

Hadi git artık lanetlenmiş yıl. Yine de ne olursa olsun sana teşekkür ederim. Bana bütün bu tecrübeleri yaşattığın için. Her ne kadar ağlamaktan gözyaşımın kalmadığı bir sene olsa da en azından hayallerimi geri verdin bana.
2017'ye toz pembe hayaller ile girmeyeceğim, 2017'den tek isteğim tüm sevdiklerimle mutlu ve huzurlu olmak. Ve hayallerimi gerçekleştirebileceğim gücü bulabilmek.

Kim bilir 2017'nin yazısını seneye Berlin'de tekrar "ailem" ile buluştuğum yerde yazarım...

20 Kasım 2016 Pazar

Bu Aralar Ben #2

- Kış geldi, niye geldi bilmiyorum ama bir günlük kar sevincimden sonra kıştan sıkıldım. Çok gereksiz bir mevsim bence. Tam bir Antalyalı olarak en ufak bir rüzgarda üşümeme rağmen inatla 4 senedir Hamburg'da olmama rağmen hala kışlık kıyafetler almıyorum. Direniyorum! Ve belki de bu yüzden bir türlü iyileşemiyorum.

- Kafamı toplayamıyorum, odaklanamıyorum. Bu dönemleri son iki senedir sevmiyorum, hep bir şeyler oluyor. Hep aynı zamanlarda bir şeyler oluyor. Hep aynı şekilde bir şeyler oluyor. Ama aklım hep dolu...

- Geleceğimle dolu mesela aklım. Ne yapmak istiyorum? Nerede yaşamak istiyorum? Şu lanet okul bitse de gitsem modu hakim artık. En azından ne yapmak istemediğimi biliyorum, bu da bir şey. Düşüncelerim değişiyor. Son 8 senedir ulaşmaya çalıştığım hedeflerin yerine bu sene aklıma bir şekilde giren yeni kıvılcımların beni daha mutlu edeceğine inanıyorum. Ve bu beni çok heyecanlandırıyor. Bilinmezliğe doğru giden bir yol şu an benimkisi. Önümde birçok seçenek var ve nereden başlayacağımı kestiremiyorum ama heyecanlandıran da bu olsa gerek beni.

- Ülkeme çok üzülüyorum, olanlar o kadar korkunç ki bir daha güzel günler göremeyecekmişiz gibi geliyor. Ben uzaktayken daha çok üzüldüğümü 15 Temmuz zamanı daha da iyi anladım. Ne zamanki Türkiye'ye gittim, Hamburg'da tek başına ağlayan kızdan normal bir insana dönüşebildim.

- Benim sorunum takılıp kalmak: İnsanlar hayatlarına devam edebilirken ben hep bir yerlerde, birilerinde takılıp kalıyorum. O yüzden belki de gündemi takip edeyim derken kendi hayatımdan çaldığımı fark edemiyorum. Aynı şey biten dostluklar ve ilişkiler için de geçerli. Ben onların arkasından ağlarken aslında insanların o kadar da umrunda olmadığını görmek beni hem üzüyor, hem de salaklığımı sorgulamama sebep oluyor. Mesela şu son iki hafta gibi. Neye üzüleceğimi şaşırdığım gibi. Kendime kızıyorum.

- Apple senden nefret ediyorum ama yine de sana bağımlıymışım gibi hissediyorum. Telefonum çalışmıyor. Ekranı bozuldu, bunun üstüne de ios'un son güncellemelerini yüklemiyor. Yeni telefon almam gerek ve bunu aslında hiç istemiyorum. Başka telefona alışmak zor geliyor, hele de Macbookun varsa Iphone o kadar basit oluyor ki...

- Geçen gün Hugh geldi, bir sene sonra görüştük neredeyse. Buluştuğumuz yer yine Schanze'ydi ama Cafe farklıydı. Konuştuğumuz konular aynıydı, sadece yan karakterler değişmişti. Enteresan bir biçimde karakterleri değil sadece isimleri değişmişti. Hatta ağlayıp sızlanmayı bırakıp baya bir güldük. Seneye nasıl olacak acaba diye.

- Birçok güzel konserler oldu, daha fazlası ise on their way <3 Biletler elime geçtikçe heyecanlanıyorum. Bir sonraki çarşamba günü. Bir taraftan da bayadır dinlemediğim Büyük Ev Ablukada'yı an itibari ile yeniden dinlerken Berlin'e geleceklerine seviniyorum, Hamburg'u es geçmelerine ise üzülüyorum.

9 Kasım 2016 Çarşamba

Happy B'day Hun'!

Aynı sınıfta olup da birbirinden haz etmeyen nadir insanlardan biriydik herhalde, ortak arkadaşlarımız olmasa aynı ortamlarda bile bulunmazdık. Ne olduysa Almanya bağladı bizi, trenden elimde noodle box ile indiğimde sanki o iki konuşmayan insan değil de iki arkadaş gibi sarıldık birbirimize. Dortmund'u bekliyormuşuz meğerse...

Sonraki iki sene boyunca etle tırnak gibi olduk. Beraber deli gibi ağlamadık mı, gülmekten gözlerimizden yaşlar mı gelmedi. Aslında ne kadar farklı olduğumuzu düşünürken ne kadar da benzediğimizi keşfettik. Çoook gezdik, çoook eğlendik, ağlamalarımızı çook çektik; çok içtik, "Banu" hallerime tanık oldun. Berlin'e ilk gidişimizdeki gözümü gördün ki bence daha ötesi yok :D Kışın gözümden ağladığım Berlin'de yazın ayağımdan ağladım. Ben niye Berlin'de hep ağlamışım? :D Halbuki ne zaman Berlin'e gitsem buram buram Hazal kokuyor orası benim için. Barcelona'da çiğ karides yedik senin yüzünden, iyi ölmedik... Benim yüzümden striptizci kadınlardan az daha dayak yiyorduk (klasik Elvin). City'deki simit, Pınar Beyaz ve Cappy Karışık'ı hatırla, Hacettepe'deki en kilolu zamanlarımı bu üçlüye borçlu olabilirim galiba. Seramik dersindeki Joy Fm ve şarap ikilisi... Ş.D.'nin sunumuna Starbucks'ta gizlice kırmızı şarap içip kafa bir milyon gidişimiz... Çok güzel şeyler yaşadık Hzl biz seninle.

Sonra araya 3 sene girdi... Ne olursa olsun sen aklımdan hiç çıkmadın ama, hiç çıkaramadım seni. Ve yine Almanya! Yine Berlin <3 Sonra mis(!) kokulu Prag. Bira Müzesi, bol bol Gulasch ve Dumpling, çooook bira. Ve sonra Hamburg: Belki de Hamburg'da en en en kötü olduğum gün gelip beni elimden tutup yine hayata döndürdün bir nevi. "O" günü sen olmadan nasıl atlatırdım inan bilmiyorum. Şimdi başka şeyler var ama sen hep yanımdasın, bunu biliyorum. Bu sene beni en zorlayan şeylerden biri senin/sizin en güzel, en heyecanlı zamanlarınızda yanınızda olmamak galiba. 

Seni çok seviyorum Soul Sis! İyi ki varsın, iyi ki doğmuşsun! İyi ki 2010'da Dortmund'da buluşmuşuz, iyi ki iyi ki iyi ki... Hep gülelim, hiç üzülmeyelim ve birbirimizi bir daha hiç bırakmayalım! Parov'u, Woody'si, Must'u ve Elvin'i ile nice güzel senelere <3

Lav ya hun'!


23 Haziran 2016 Perşembe

"Ev"?

Aslında o kadar da zor olmayan hayatı zorlaştıran kişilerden ibaretiz bu günlerden. Başrol olarak da çevremde kendimi gösterebilirim. Üst üste gelen ufak şeyler sonucu yine kendime 1-2 haftayı zehir etmeyi başardım, bunların üstüne de hava -her zamanki gibi- yağmurlu olunca da kendime engel olamadım. "Saçmalama Elvin, salak salak davranma!" diyemedim.

Bugün uzun süre sonra ilk defa, hatta tam bir sene sonra ilk defa, hava bu kadar güzel olup 35 dereceyi bulunca kendimi sokaklara attım. Önce çok sevdiğim bir arkadaşım ile vedalaştım, hafif duygusallaştım. Sonra ise Kafkaokur'umu alıp Planten un Blomen'e gittim. Benim ihtiyacım olan buymuş; kendimi yine "evimde", geçen seneki Hamburg'da gibi hissettim. Asıl soru da kafama o ara takıldı zaten: Benim bir "evim" var mıydı? Üniversiteye başladığım zamandan bu yana biraz göçebe hayatı yaşadım her zaman. Ankara-Antalya arası mekik dokudum ama 2013, yani mezun olmam ile beraber benim için ev kavramı kalmadı. 2013 hayatımda çok şey değiştirdi, her şey bir kenara benden "evimi" aldı. Artık evsizim ve nereye gidersem gideyim bir evim yok, çünkü ailem yok. Galiba o aile kavramı gidince "ev" de gidiyor. Memleketim duruyor ama, geldiğim yer hala aynı. Sadece ait olduğum yeri bilemiyorum. Antalya değil, bundan eminim. Ne kadar özlesem de Antalya'ya kırgınım. Beni üzdüğü, beni hayal kırıklığına uğrattığı, bana eskisi gibi sahip çıkmadığı için aram bozuk Antalya ile. Hamburg son bir senedir ya da en azından son 7-8 aydır bunalım yerim. Burada mutlu olduğum günler eski evimden taşınmam ile son buldu gibi. Arkadaş çevrem yaprak dökümü gibi... Birer birer insanlar ile vedalaşıyor, onları başka yerlere gönderiyorum. Hamburg'u benim "evim" yapan şey arkadaşlarımmış meğer. Ailemin yerini alan insanlar...
Galiba "ev" kavramına en yakın yer şu an için İstanbul. Ailemin yarısının ve en önemli kısmının olduğu yer. Daireden içeri girdiğim, valizimi odama bıraktığım, ailemi kucakladığım an "eve" geldim diyebiliyorum kendime. Belki de bu yüzden İstanbul özlemi çekip oraya gitmek istiyorum. Çünkü sevdiğim insanlar oradayken orası benim için potansiyel bir yuva. o karmakarışık şehire ayak bastığım an modum değişiyor, saatlerce trafikte kalsam bile bir deniz gördüğüm an kendime geliyorum. Ne olursa olsun İstanbul beni şimdilik hiç üzmedi. Belki tam kavuşamadık diye, belki de ileride de üzmeyeceği için. Henüz bilemiyorum. Ama ne olursa olsun benim için Türkiye bu aralar sadece İstanbul'dan ibaret....

29 Mayıs 2016 Pazar

24 Biterken...

Sevmedim, sevemedim ben 24'ü. Ne güzel başladı ne de güzel bitiyor. Belki güzel birkaç anım oldu ama geriye bakıp düşündüğümde beni gülümsetmek yerine daha çok üzdü. 24. yaşım beni Hamburg'dan uzaklaştırdı, içime kapanmamı sağladı ama bir şekilde o içe kapanmışlıktan da çıkmayı başarabildim, belki yaralarla ama başardım.

- 24 bana sevdiklerime bel bağlamamayı öğretti, son saatlerinde de öğretmeye devam ediyor.
- 24 bana harekete geçmem gerektiğini öğretti.
- 24 benim insanlara, onların bana verdiğinden daha çok değer verdiğimi ve onlardan da aynısını beklediğim için kırıldığımı öğretti.
- 24 bana sevginin bazen yetmediğini öğretti.
- 24 bana "ailenin" seçtiğin kişiler olduğunu öğretti.
- 24 bana benim önemli olduğumu öğretti.
- 24 bana bir yerden veya bir kişiden sıkıldıysam gitmeyi öğretti.
- 24, 21'in yanı sıra en çok ağladığım yıl oldu.

Yine de sevemedim bu yaşımı, bu sayıyı, bu seneyi...

25'ten ise korkularım var; büyümek istemiyorum, sorumluluklarımın artmasından çekiniyorum... 25 bana hayatını kur! Geleceğini hazırla diye bağırırken ben daha yüksek lisansımı bitirmeye çalışıyorum. Korkuyorum, belki başaramayacağımdan korkuyorum ideallerimi. 25'ten korkuyorum...

Beni çok iyi tanıyanlar doğum günlerinin benim için ne kadar önemli olduğunu bilirler. Ailemden böyle gördüğüm içindir belki de. 20 sene boyunca 00.00 oldu mu doğum gününü kutladığımız için belki de. Sadece benim değil ama tüm ailede olan bir "gelenekti". bizde bu. Son birkaç yılda ise bu anlamını biraz yitirdi. Bu sene ise içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. En sevdiğim insanlar yanımda yok, yakınım dediğim insanların araya mesafeler girince uzaklaştığını farkediyorum üzücü bir şekilde. Bu dediklerim enteresan bir şekilde Almanya'dakiler için geçerli. Türkiye'deki tüm arkadaşlarımla uzun seneler bile görüşmesek hiç kopmayan bir ilişkim var. Bu sene en çok onlarla olmak istedim.

Bu sene ama farklı bir şey yapacağım; şimdi saçımı kuruttuktan sonra direkt yatağa gireceğim ve telefonumu kapatacağım. Belki bu seneye giriş böyle olursa 25 daha güzel olur ve bana sadece güzel anlar getirir.

O zaman iyi geceler ve iyi ki varsınız sevgili insanlar :*

15 Mart 2016 Salı

Acınızı Paylaşamayanlardan Mısınız?

Berbat bir hafta, hepimiz için berbat bir hafta. Güzel bir pazar günü ülkemizin kalbini -YİNE- kana buladılar. Her ay "Acaba bu sefer nerde bir şeyler patlayacak?" diye sormaktan yoruldum. Bir senedir ülkemiz artık tamamen ülkelikten çıkıp savaş yerine döndü. Bitmek bilmeyen bir yasın içinde yaşamaya çalışıyoruz. Kendimizi ne kadar alıştırmak istemesek de alışıyoruz... Canlar yitip gidiyor, o yitip gidenlerden olmayacağımızın garantisi hiçbir şekilde yok. Bilmiyoruz, bilemeyiz.

Benim için ise bu haftanın berbat olacağı geçen seneden belliydi. Geçen sene 3 gün önce dayımı görmek için Essen'e gittiğimde bunun onu son görüşüm olacağını biliyordum. 5 gün gibi kısa ama bir o kadar da uzun gelen zamandan sonra dayımı kaybettik. Bu onsuz geçecek olan hayatımın ilk senesiydi. Ben acımı paylaşamayan bir insanım. Üzüntümü, problemlerimi aslında yakınlarımla paylaşırım. Ama bir şey beni derinden etkilerse kendimi soyutlarım. En fazla verebileceğim tepki ise yanımdaki insanlara sinirlenmem olur. O hastane odasında bile -en fazla bir saat sonra- içeri girip çıkan, yanımızda salya sümük ağlayan, dayım sanki onları duymuyormuş gibi davranan insanlara sinirlenmekle geçti zamanım. Ancak tek başıma kalabildiğimde üzüldüm, acımı öyle yaşayabildim. "Evime" döndüğümde bile yanımdakilerle konuşmaktansa sessiz bir şekilde geçirdim ilk haftaları. En güvendiğim insan bile beni ne kadar yaralamış olsa bile yine ondan medet umup, yine ona yenildim. Birini kaybetmek, hele ki dayımı kaybettiğimiz şekilde kaybetmek, gerçekten çok zor bir şey. Cenazede bile yanımda kimseyi istemedim. Ağlayan insanlara tahammülüm kalmıyor. Evet, belki bencilim ama yapamıyorum. 

Ali dayımın vefatından sonra ik defa noelde Essen'e gittik. Mezarını da ilk defa o zaman gördük... Yanımdaki tüm insanlar bana fazlalıkmış gibi geldi. Kimseye sarılmak istemedim, kimsenin yakınında olmak istemedim, kimsenin ağlamasını görmek istemedim. Belki kırıyorum insanları, belki kendime zarar veriyorum... Galiba yas tutmanın farklı yolları da var; ben de böyle tutuyorum yasımı. Ama yine de yanımda değil de yakınımda konuşmak zorunda kalmayacağım, daha doğrusu konuşmaktan ziyade bakışlarımla anlaşabileceğim birisi olsun istiyorum. Ve bu hafta öyle birisi yok yakınımda. Ne Ankara olayını anlayabilecek, ne de içimde tekrar tekrar yaşadığım geçen seneyi anlayabilecek biri var. Böyle zamanlarda Türkiye'yi daha çok özlüyorum. Aynı kültürü paylaştığım insanların özlemini duyuyorum.

3 senemin geçtiği, ikinci evim olan Ankara... İçim acıyor, gözüm doluyor. Ailemden ayrı kalıp, hayata tutunmaya çalıştığım şehir. Benim gibi olan onlarca insanla aile olup, birbirimize kenetlenmemize yardımcı olan Kızılay sokakları... Şimdi sessiz, sakin ve kanlı... Ne desem boş, ne kadar üzülsem boş. Boş yere yitip giden canları hiçbir şey geri getiremez. Berbat bir hafta, berbat bir ay, berbat bir sene; berbat bir dönem... 

Uzun bir süre ortalıktan kaybolasım var, keşke mümkün olsa. Geri geldiğimde ise hayatımızdaki tüm kötülükler gitmiş olsa... 

31 Ocak 2016 Pazar

2. Dünya Savaşı'ndan Kalan Bomba ve Bana Kazandır(ama)dıkları...

Perşembe günü öğlen 2 gibi falan, tam öğle molasında, arkadaşımın mesajı geldi: "Evinin orda İkinci Dünya Savaşı'ndan kalma bir bomba bulunmuş, senin ev de tehlikeli bölgeye giriyor mu?" Amaaaaan eski bomba ne olacak sanki dedim. E tabi, Türkiye'den alıştık(!) artık. Gerçi ülkemizde bombaları önceden öğrenmemize imkan yok, ancak patlayınca haberimiz oluyor, Almanya bir garip bu konularda...

Aradan saatler geçti, işte espri konusu oldu: "İşten çıkınca eve gidebilecek miyim, yoksa bir evim bile olmayacak mı?" diye. Bir saat fazladan çalışmak zorunda kaldım çok yoğun olduğumuz için cafede. Neyse sonunda işten çıktım, metroya bindim, otobüs bekliyorum; gelmiyor... Bir şu internet sitesine tekrar bakayım dedim. Anaaa hala tehlikesiz hale getirilmemiş bomba. 19:10da yapılacaktır deniyor, yani en az bir saati var. Evimin olduğu yer tam sınırda kalmış, güvenli olarak gösteriliyor ama eve çıkan her yol kapalı. E nasıl gideceğiz edeceğiz diye düşünürken köşeden beyaz atlı prensim çıkıp :"Nerede oturuyorsun?" diye sordu. Şansa bakın ki aynı sokaktan çıktık, beraber gidelim derken peşimize iki kişi daha katıldı. Önce bir otobüse bindik, şöför uyarı bile yapmadan tamamen farklı bir istikamete sürmeye başladı otobüsü. Mecbur yine metro istasyonuna dönmemiz gerekti. Ordan yürüyelim bari dedik. Hayatımda Almanya'da bile hiçbir yeri bu kadar boş görmemiştim galiba. Tüm sokaklar kapalı, polis ve itfaiye araçları ile doluydu. Ben tabi fotoğraf çeke çeke ilerledim. Bir taraftan ağlıyorum yorgunluktan bir taraftan da dalga geçiyorum "ne abarttılar" diye. İş arkadaşlarım yazıyorlar "Elvin eve gidemezsen bize gel." diye. Dört kişilik grubumuzdan ilk fireyi aramızda yaşça büyük olan bir abla verdi ve arkadaşları ile bir barda buluşmak üzere randevulaştı. Elinde valiz olan kızın evi ile bizim sokak arasında iki sokak varmış. Kızı sokağına bıraktık, polis eve girmesine izin verdi. Biz sokağa geldik, hani 1-2 dakika ya geçmiş ya geçmemiştir. Polis: "Kusura bakmayın artık giremezsiniz" dedi. Nasıl yaaaa?! tepinmelerimizden sonra artık bombanın etkisiz hale getirilmesinin başladığını, o yüzden sokağa adım atamayacağımız söylendi. Bu arada biz sokağa giremezken evlerinde mis gibi oturan komşumlarımı hiç unutmayacağım. Onları evlerinden çıkartamıyorlarmış ama bizi sokağa da sokamıyorlarmışmışmış. Ne yapalım, ne edelim derken "e bari bir bira içelim." diye tipik bir Alman çözümüne başvurduk, beyaz atlı prensim ile.

Evin köşesinde olup da yüzlerine bakmadığım iki bar da tıklım tıklımdı tabi ki. Neyse girdik içeri, biralarımızı alıp dışarı çıktık. Prensimin adını daha önce öğrenmiştim zaten: Andi. Kendisi Spiegel'da teknoloji bölümünde yazarmış ve işin komiği yan apartmanımda yaşıyormuş. Ne zaman balkona çıksam adamın balkonunu görüyormuşum! Neyse biralarımız biterken polis abiler gelip bombanın etkisiz hale getirildiğini artık eve gidebileceğimizi söylediler. Eve kadar geldik, prensim balkonunu gösterdi, baya güldük, neyse en azından şimdi tanıştık diye gülüştük. Vedalaşırken sarıldık: "Zamanın olursa uğrarsın, bak artık nerede yaşadığımı da biliyorsun." denildi. Arada bir sessizlik oldu. VE KİMSE BİRBİRİNİN SOYADINI VEYA NUMARASINI ALMAK İÇN HAMLE YAPMADI! Yanyana olan iki ayrı apartmana girildi...

Anca eve girince yaptığım salaklığı farkettim. Ki daha önce de başıma gelmişti bu, bilen bilir =) Bu sefer Andi'yi Facebook'tan bulamadım. Ben de -burda canım arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim- aşağıya inip yan apartmanın zillerine baktım. Soyadlarını öğrenip yine baktım; yok, Andi'nin Facebook'u yok. Adam yanıbaşımda ama ben ona ulaşamıyorum. Herhalde yarın camına taş atıp "Selam beni hatırladın mı? Bombadan kurtardığın o Türk kızı bendim." diyeceğim... Ya da bir ömür boyu çocuğun beni bulabilmesini, hiç olmadı hatırlanması zor olan ismimi hatırlaması için dua edeceğim.

250 kiloluk, en az 70 küsür senelik bomba bile bazen işime yarayamıyor işte, hayat...