25 Nisan 2014 Cuma

Hayata Dönüş veya Anılar?

Niye bilmiyorum insan her şey yolunda giderken niye eve kapatır kendini? Aylarca gayet iyi olmama rağmen evden çıkmak istemedim. Galiba son iki senenin vermiş olduğu yorgunluktan dolayı. 2012 Erasmus diye diye her gece dışarda geçti, 2013 ise Hacettepe'deki Erasmus öğrencileri ile ve mezuniyet koşturması ile geçti. İnsan farkına varmadan yoruluyor. Bir süre bir şey yapmak istemiyor, ben hep uyuyayım moduna giriyorsun. 

Havaların ısınması ve hayatımdaki birkaç değişiklikten sonra ancak kendime gelebildim. Mal mısın yavrum, Hamburg'a gelmişsin niye çıkıp gezmiyorsun?! derken yakaladım kendimi. Havalar da şansıma tam zamanında düzeldi. Evimin yeri muhteşem; kapıdan çıktığın anda tüm cafelerin ve barların olduğu sokağa adımını atıyorsun. Komşularım dünyanın en tatlıları galiba. 

Önce Fazıl Say konseri ile başladık. Brezilya'dan dönen ev arkadaşımıza konser biletini hoş geldin hediyesi olarak verdik. Ben zaten aylardır "Allahımmmmm nolur Fazıl Say gelsin." diye öldüğüm için uçarak gittim Laeiszhalle'ye. Yerlerimiz aşırı iyiydi şansımıza. Önce Paavo Järvi 'Die Deutsche Kammerphilharmonie Bremen' sonra Fazıl Say'a doyduk. Tüm salon mest olmuş bir şekilde Fazıl Say'a ve parmaklarına dikkat kesildik. Takım elbiseleri içinde yaşlı amca ve teyzeler balkondan daha iyi görebilmek için tüm konseri ayakta izlediler. Efsanevi bir atmosferdi. Türkiye'de olsa en az bir kere birinin cep telefonu çalardı :D Olmazsa olmazlardandır. 3. biste "Black Earth"ü çalarak hepimizi ağlattı. Konserden çıktığımızda nasıl bir ruh hali içindeydim gerçekten anlatamam. Ama konser sırasında kah ağladım, kah bazı anıları hatırlayıp güldüm. 
Beni en etkileyen şeylerden biri, tabi her konser gibi, sahne arkasında değil de seyirci olarak orda bulunmamdı. Her ne kadar çocuk olarak o sahne tozunu yutmuş olsam da içimdeki müzik aşkı bir türlü bitmiyor. Hala içeride bir yerlerde bir şeyler acıyor, ben müzikle ilgilenmeliydim, ben orada olmalıydım diyorum. Sonra hatıralar canlanıyor. Cumartesi günlerini nasıl iple çektiğimizi, o parçaları ezberlemek için nasıl çabaladığımızı, Özel İdare Binasındaki asansöre binmeyip 10 katı şarkı söyleyerek indiğimizi, operadan hoşlandıklarımızı seçip dedikodularını yapışımızı, her öğle arasında zeytinyağlı yaprak sarması ve mozaik pasta alışımızı... Pagliacci için hafta içi gece 10lara kadar çalıştığımızı, o meşhur OGNUN kısmını söyleyebilmemiz için bir taraflarımızı yırtışımızı ve Aspendos Festivali için çağırılışımızı; hep bunlar canlanıyor işte kafamda. İçim hüzünle doluyor, sonra da 'Sen bunları yaşadın Elvin, niye üzülüyorsun ki? Çok güzel zamanlar geçirdin, en yakın arkadaşlarını, ikinci anneni orada edindin.' diyorum. 
Seneler geçti, ben defalarca ülke değiştirdim ama hiçbir arkadaşımdan kopmadım desem yeridir. Resim ve bale de önemliydi benim için ama opera aşktı, aile demekti. 
Esra hocam önce öğretmenim oldu, sonra ablam, sonra annem, sonra arkadaşım ve sırdaşım. Hayatımda yeri doldurulamayacak nadir insanlardan biri benim için, candan öte diyebileceğim biri... 
İlerde çocuğum olursa kesinlikle böyle bir ortama girmesini çok isterim. Şu satırları yazarken bile gözlerim doluyor, geçmişe gitmek istiyorum. Pırıl hocanın sahne arkasında Pagliacci temsiline çıkmadan: "Elvinimmm kedim masanın üstündeki bütün lokumları yemiş, biliyor musun?" deyişini tekrar tekrar duymak istiyorum. "Hocammmm biz niye beyaz mayo giyerken Burcular siyah giyiyor?" sorusuna "Çünkü onlar sizden büyük" cevabını alıp sinirlenmek istiyorum. Mahir hocanın saçları niye bu kadar erken beyazlamış diye düşünmek istiyorum. Kerem ile sen evlatlık mısın diye dalga geçmek istiyorum (evet çok gaddardık da). Mary hocanın türkçesine gülmek istiyorum...

O kadar çok şey yazmak istiyorum ki... Konumdan saptığımı da biliyorum ama hiçbir şeyi değiştirmeyeceğim. Bilen bilir; yazılarımı okumayı veya yazılarımın bana okunmasını hiç sevmem... Bu seferlik kusura bakmayın, adeta günlüğe çevirdim bloğu.

İYİ Kİ VARSINIZ...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder