17 Ekim 2014 Cuma

Hayatımıza dokunan adam...

Mutfaktayım, mumlar masada duruyor, bir taraftan da Melis Danışmend'den "Her Şey Normal" çalıyor. Aklımda ise Mehmet Pişkin. Dün gece, uyumadan önce, veda videosunu izledim. Saniyeler geçtikçe tüylerim diken diken oldu; anlattıkları o kadar bizden şeylerdi ki, hepimizin hayatında en az bir kere düşünmüş olduğu şeyler...Bir ara beni anlatıyor galiba dedim. Hayatımın en karanlık günlerinde yaşadıklarımı anlatıyor sanki. Sonra aklıma başka bir şey geldi: 2 yıl olacak yakında, Jan'ın yanımızdan ayrılışı 2 yıl olacak. O kadar derinlere atmışım ki onu, hatırlamayayım diye, Mehmet Pişkin ile ortaya çıktı yeniden.
Jan Erasmus ile Almanya'dan Ankara'ya gelen bir öğrenciydi. Aramızdaki en neşeli insanlardan biriydi. Ben hayatımın en kötü dönemini yaşarken onun gülen yüzü her seferinde beni neşelendirmeye yeterdi. Çoraplarımla dalga geçip: "Elvin, bu çorapları nerden buluyorsun böyle? Her seferinde hayran kalıyorum sana." derdi. Hiçbir zaman mutsuz görmedim onu, hep gülerdi... Noel zamanında herkes evlerine gitti, sonra da malum vize ve final zamanları oldu. Jan'ı aralıktan sonra göremedim. Bir gece, şubat ayındaydı galiba, telefonuma bir mesaj geldi: "Jan canına kıymış." diye. Önce uykulu olduğum için rüya görüyorum sandım, sonra da şaka olduğunu düşündüm. Meğer bizim "neşeli" Jan'ımız büyük bir depresyon içindeymiş ve hiçbirimiz farketmemişiz. Sadece 2-3 arkadaşımız durumdan haberdarlarmış ve malesef kimseye haber vermemişler. Hala anlayamıyorum niye! Belki yardımımız dokunabilirdi, belki daha erken doktora gidebilirdi, belki... Ailesinin tüm yardımlarına rağmen bir gün annesinin yokluğundan faydalanıp arabayı alıp köprüden atlamış. O kadar zor geliyor ki şu an bunları yazmak. Hayatımın en kötü dönemi demiştim az önce o dönem için. Benim için gittikçe daha kötü oldu bu dönem, bu nedenle Jan'ı zihnimin derinliklerine gömdüm ve "kendimce önemli problemlere" kafa yordum. Halbuki ölümün olduğu dünyada başka ne önemli olabilir ki? Değil mi? O zamanlar kendimi ne zaman kötü hissetsem, aklıma hep Jan geliyordu. Arkasında bıraktıkları...
O kadar üzgünüm ki seni fark edemediğimiz için Jan. Kendimi asla affetmeyeceğim. Ne zaman bu kadar kör olabildik? Ya da sen nasıl o kadar güzel saklayabildin her şeyi? Keşke bir kere daha görebilseydim seni. Keşke aramızda olsaydın. Keşke, keşke,keşke...
İçimde koca bir boşluk var. Yaklaşık 2 sene öncenin yasını yeni tutmaya başladım, yeni sıra geldi. Ya da yeni idrak edebildim...

Umarım gittiğin yerde huzuru bulmuşsunuzdur Jan ve Mehmet!

27 Eylül 2014 Cumartesi

Rest in peace OZ...

Hamburg'un her yerinde gülen surat var. Bu seneye kadar hiç dikkat etmemiştim. Halbuki her yerinde, istisnasız her yerinde bu 'smiley'; iki nokta ve parantez aç [ :) ].


Temmuz ayıydı galiba, bu sene... Evimin arkasındaki bir galeriye gittik Moritz ile. "Nasıl yani Elvin?! OZM evinin arkasında ve sen bunu bilmiyor musun?!" diye şoke olmuş şekilde sormuştu bana. Ben de saf saf "Iıı, yani, evet." demiştim. Galeriye girdik, birbirinden farklı bir sürü şey sergileniyordu, belli bir teması yoktu ama ilgimi çok çekmişti. Konuştukça bu galerinin kendine OZ adını vermiş bir graffiticiye ait olduğunu öğrendim. OZ, yani Walter Josef Fischer, 64 yaşında Hamburglular tarafından tapılan bir adammış. Graffiti yapmasının nedeni, kendine göre, şehri güzelleştirmekmiş. Her yerde olabileceği gibi bu "güzelleştirme" Hamburg belediyesinin hiç hoşuna gitmemiş, ödemek zorunda bırakıldığı cezaların yanı sıra bir de 22 ay hapis yatmış. Yine de "tag"lerini yapmaktan asla vazgeçmemiş. Galeriyi gezdikten sonra küçücük bir odada ona ait başka graffitiler de gördük. Moritz bir heyecanla bana ne anlama geldiklerini, nasıl yapıldıklarını anlattı, galeriden ayrılmadan önce de kısaca OZ ile tanıştırdı beni. Çok tatlı ve güler yüzlü biriydi. Galeriden çıktıktan sonra, algıda seçicilik olsa gerek, her yerde "gülüşünü" gördüm. 2002 yılında 12000 "smiley" varmış Hamburg'da. şu an ne kadar vardır hiçbir fikrim yok.
Dün haberlere bakarken, tesadüfen, "Ünlü graffitici ölü bulundu!" başlığına denk geldim. Hemen tıklayıp okumaya başladım. Bizim Hamburg'un sembollerinden biri olan OZ perşembe gecesi tren yolunda ölü bulunmuş. Polis bilgilerine göre kendisi bir yerde spreylerle dolu olan çantası başka bir yerdeymiş, trenin altında kalmış... Sanki çok yakınımdan biri aramızdan ayrılmış gibi hissettim kendimi. İçim nasıl acıdı anlatamam. 64 yaşında ama içi hala çocuk olan bir adam ayrıldı aramızdan. Artık hiçbir "smiley" gülmeyecek. Şu an Hamburg'un bir sürü yerinde iki nokta ve parantez kapa var :( 
İyi ki seni tanımışım OZ...





6 Temmuz 2014 Pazar

Bir edebiyatçının dramı

Ailem sağ olsun, çocukluğumda kitap okumayı çok güzel aşıladı bana. Her pazar günü herkes elinde gazetesi veya kitabıyla kendi köşesine çekilir saatlerce sessiz bir şekilde kafasını kaldırmadan elindekine konsantre olurdu. Zamanla deli gibi okumaya başladım. Neredeyse her gün bir kitap bitiriyordum, yaşıma göre olan kitapları okumayı bitirip annemle babamın kitaplarını okuduğumu hatırlıyorum. 4. sınıftayken Tarık Akan'ın Anne Kafamda Bit Var'ını okumuştum. "Kızım bu sana göre değil, okumasana şunu." dediklerini dün gibi hatırlıyorum. 5. sınıfta Anne Frank'ın Günlüğü beni çok etkilediği için onunla alakalı bulabildiğim tüm kitapları almıştım.
Almanya'ya taşındığımızda Almanca bilmememe rağmen kütüphaneden dışarı adım atmıyordum. Resimli çocuk kitapları ile başlayıp psikolojik kitaplara kadar her şeyi okumuştum. En sevdiğim yer benim için kütüphaneydi. Sıcak çikolatamı alıp en üst kata oturup onlarca kitabı karıştırıyordum, kütüphanenin kapanış saatine kadar da dışarı adımımı atmıyordum. Kaçınılmaz olarak Alman edebiyatına ilgi duymaya başladım. En sevdiğim hocam Frau Leubner sayesinde Alman Dili ve Edebiyatı'nı okumaya karar verdim. Ne olduysa ondan sonra oldu. Senelerce aralıksız her gün kitap okumamdan mı kaynaklandı yoksa edebiyat okudukça hataları mı görmeye başladığımdan bilmiyorum ama kitap okuyamaz oldum. Ne zaman kitapta ufacık bir hata görsem kitabı bırakmak istiyorum. Nitekim birkaç kitapta da yaptım bunu. Beni en çok irite eden kitap 6.45 yayın evinin Schopenauer'ın  Aforizmaları olmuştu. Editörler ne için vardır? Bir kitap basılmadan kontrol edilmez mi? De ve da ekinin ayrılmaması veya e yerine w yazılması normal bir şey mi? İnsanın içinden kitaba devam etmek gelmiyor.
Şu anda gerçekten çok merak ettiğim bir kitaba başladım, aylardır kütüphanemde okumam için beni bekleyen Krikor Zohrab hakkında bir kitap. Yazarın zamanları yanlış kullanması ve sürekli değiştirmesi daha 28. sayfadan ilgimi kaybetmemi sağladı. Çok mu takıntılıyım acaba? Yoksa başkaları da aynı problemi yaşıyor mu? Çeviriler bir yana anadilde yazılmış olan kitaplarda böyle hatalar olması beni gerçekten çok şaşırtıyor. Gerçekten çok üzülüyorum kitaba kendimi veremeyince, bazen bitirmem ayları alıyor, arada başka kitapları okuyorum sonra diğer kitaba dönüyorum yeniden.
Yaklaşık iki senedir 6.45 yayın evinin kitabı odamın bir köşesinde duruyor ve eminim o kitabı bir daha elime almayacağım. Her sayfasında en az 3-4 hatası olan bir kitabı sinirlenmeden okuyamam. Bu nedenle de 6.45 yayın evinden çıkan kitapları başka yayın evi basmışsa onlardan almaya özen gösterir oldum.
Kitabın içeriğinden çok dile önem vermek gerçekten çok yıpratıcı bir şey. Eskiden bir günde okuduğum kitapları aylarca bitiremem çok acı verici. Hele ki ders için okumam gerekirse tam bir ıstırap oluyor.

Umarım bunu bir tek düşünen ben değilimdir, yoksa kendime deli demeye başlayacağım iyice. Sonuçta bir insan bu kadar da takıntılı olamaz değil mi?

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Time goes by fast

Dün değil miydi Almanya'ya taşınışımız? Aspendos'ta Pagliacci konserinden sonra deli gibi ağlayıp arkadaşlarımla -gereksiz yere erkenden- vedalaşmamış mıydım? Almanca öğreneceğiz diye babamla Tömer'e gidip, eve döndüğümüzde Cnbc-e'den kaydettiğimiz Heidi'yi izlemiyor muyduk? İlk ezberlediğim kelime ungefähr idi. Dün gibi hatırlıyorum mesela post-ite yazıdığımı bu kelimeyi. Hayatımın en kalın kabanını alışımı...
Nasıl oldu da 11 sene geçti üstünden? Hangi ara? Uyuyup uyandım mı? Rüya mı gördüm? Zaman nasıl bu kadar çabuk geçebiliyor? Okuma yazma bilmeyen Eray'dan Almanca öğrenirken şimdi yüksek lisansımı Alman edebiyatı üstüne yapıyorum.
Mezun olalı bir sene olmuş. Hamburg'a taşınalı bir sene olacak... 2. dönemim bitiyor haftaya. Hayatımızı yeterince yaşayamadan, salak salak sorunlarla uğraşıyorken zaman bizi beklemiyor, geçip gidiyor. Minikler büyüyor, büyükler hayatımızdan çıkıp gidiyor. Biz napıyoruz? HİÇBİR ŞEY! Ölümsüz müyüz peki? Dünya'yı "yönetirken" unuttuğumuz nadir(!) şeylerden biri ölümlü olmamız. Her zaman "Daha dikkatli olacağım, şu şu şu kişilere daha vakit ayıracağım." desem de hiçbir zaman öyle olmuyor. Senelerdir görüşmeyi planladığım ama görüşemediğim arkadaşlarım var. Gitmek istediğim ama "Off yarın giderim yaa." dediğim müzeler, sergiler var.

Daha çok yazmak isterdim ama şu an arkadaşlar aradı ve bekletmeye hiç niyetim yok: Sonuçta zamanı boşa harcamamak lazım :*

25 Nisan 2014 Cuma

Hayata Dönüş veya Anılar?

Niye bilmiyorum insan her şey yolunda giderken niye eve kapatır kendini? Aylarca gayet iyi olmama rağmen evden çıkmak istemedim. Galiba son iki senenin vermiş olduğu yorgunluktan dolayı. 2012 Erasmus diye diye her gece dışarda geçti, 2013 ise Hacettepe'deki Erasmus öğrencileri ile ve mezuniyet koşturması ile geçti. İnsan farkına varmadan yoruluyor. Bir süre bir şey yapmak istemiyor, ben hep uyuyayım moduna giriyorsun. 

Havaların ısınması ve hayatımdaki birkaç değişiklikten sonra ancak kendime gelebildim. Mal mısın yavrum, Hamburg'a gelmişsin niye çıkıp gezmiyorsun?! derken yakaladım kendimi. Havalar da şansıma tam zamanında düzeldi. Evimin yeri muhteşem; kapıdan çıktığın anda tüm cafelerin ve barların olduğu sokağa adımını atıyorsun. Komşularım dünyanın en tatlıları galiba. 

Önce Fazıl Say konseri ile başladık. Brezilya'dan dönen ev arkadaşımıza konser biletini hoş geldin hediyesi olarak verdik. Ben zaten aylardır "Allahımmmmm nolur Fazıl Say gelsin." diye öldüğüm için uçarak gittim Laeiszhalle'ye. Yerlerimiz aşırı iyiydi şansımıza. Önce Paavo Järvi 'Die Deutsche Kammerphilharmonie Bremen' sonra Fazıl Say'a doyduk. Tüm salon mest olmuş bir şekilde Fazıl Say'a ve parmaklarına dikkat kesildik. Takım elbiseleri içinde yaşlı amca ve teyzeler balkondan daha iyi görebilmek için tüm konseri ayakta izlediler. Efsanevi bir atmosferdi. Türkiye'de olsa en az bir kere birinin cep telefonu çalardı :D Olmazsa olmazlardandır. 3. biste "Black Earth"ü çalarak hepimizi ağlattı. Konserden çıktığımızda nasıl bir ruh hali içindeydim gerçekten anlatamam. Ama konser sırasında kah ağladım, kah bazı anıları hatırlayıp güldüm. 
Beni en etkileyen şeylerden biri, tabi her konser gibi, sahne arkasında değil de seyirci olarak orda bulunmamdı. Her ne kadar çocuk olarak o sahne tozunu yutmuş olsam da içimdeki müzik aşkı bir türlü bitmiyor. Hala içeride bir yerlerde bir şeyler acıyor, ben müzikle ilgilenmeliydim, ben orada olmalıydım diyorum. Sonra hatıralar canlanıyor. Cumartesi günlerini nasıl iple çektiğimizi, o parçaları ezberlemek için nasıl çabaladığımızı, Özel İdare Binasındaki asansöre binmeyip 10 katı şarkı söyleyerek indiğimizi, operadan hoşlandıklarımızı seçip dedikodularını yapışımızı, her öğle arasında zeytinyağlı yaprak sarması ve mozaik pasta alışımızı... Pagliacci için hafta içi gece 10lara kadar çalıştığımızı, o meşhur OGNUN kısmını söyleyebilmemiz için bir taraflarımızı yırtışımızı ve Aspendos Festivali için çağırılışımızı; hep bunlar canlanıyor işte kafamda. İçim hüzünle doluyor, sonra da 'Sen bunları yaşadın Elvin, niye üzülüyorsun ki? Çok güzel zamanlar geçirdin, en yakın arkadaşlarını, ikinci anneni orada edindin.' diyorum. 
Seneler geçti, ben defalarca ülke değiştirdim ama hiçbir arkadaşımdan kopmadım desem yeridir. Resim ve bale de önemliydi benim için ama opera aşktı, aile demekti. 
Esra hocam önce öğretmenim oldu, sonra ablam, sonra annem, sonra arkadaşım ve sırdaşım. Hayatımda yeri doldurulamayacak nadir insanlardan biri benim için, candan öte diyebileceğim biri... 
İlerde çocuğum olursa kesinlikle böyle bir ortama girmesini çok isterim. Şu satırları yazarken bile gözlerim doluyor, geçmişe gitmek istiyorum. Pırıl hocanın sahne arkasında Pagliacci temsiline çıkmadan: "Elvinimmm kedim masanın üstündeki bütün lokumları yemiş, biliyor musun?" deyişini tekrar tekrar duymak istiyorum. "Hocammmm biz niye beyaz mayo giyerken Burcular siyah giyiyor?" sorusuna "Çünkü onlar sizden büyük" cevabını alıp sinirlenmek istiyorum. Mahir hocanın saçları niye bu kadar erken beyazlamış diye düşünmek istiyorum. Kerem ile sen evlatlık mısın diye dalga geçmek istiyorum (evet çok gaddardık da). Mary hocanın türkçesine gülmek istiyorum...

O kadar çok şey yazmak istiyorum ki... Konumdan saptığımı da biliyorum ama hiçbir şeyi değiştirmeyeceğim. Bilen bilir; yazılarımı okumayı veya yazılarımın bana okunmasını hiç sevmem... Bu seferlik kusura bakmayın, adeta günlüğe çevirdim bloğu.

İYİ Kİ VARSINIZ...

14 Nisan 2014 Pazartesi

Long distance relationshit

İlişkidir yani, güzel gitmeyebilir; hele uzaktan ilişkiyse bok gibi de gidebilir. Ama bu insanın ödlek olup karşıdaki ile konuşmasını niye engeller ki? Karşıdaki çok mu kızacaktır? Lanet olsun sana, allah belanı versin vs. mi diyecektir? Desin. En azından sana ödlek demez arkadaşım. Kalkıp ben seni asla üzmek istemem derken birden mesajlarına cevap vermiyorsan, görüntülü konuşma yaparken susuyorsan veya hiç oralı olmuyorsan zaten üzüyorsun demektir. Ha bir de "Bilmiyorum, hiç bilmiyorum. Tatlım kafam karışık." lafları. E siktir git o zaman? Pardon şiir ol git. Seni tutan mı var?

İlişki sadece bir taraf istiyor diye sürdürülür mü? "Ben gelemem böyle bir ilişkiye." diye başlayan laflar zaten ilişkinin bittiğini göstermez mi? Sonra özür dilemenin ne anlamı var? Bir lafı söylerken işte bu yüzden dikkat etmek gerekir, karşıdaki affeder ama unutamaz, hele de hayal kırıklığıysa!

Hayal kırıklığından daha kötü ne olabilir ki? Öfke, sinir, stres, üzüntü hepsi geçer ama hayal kırıklığı çok zor unutulur. Zaten hayatının son dönemi ilişkiler bakımından hayal kırıklığı ile dolan birinin yanında istediği kişi profili ona sahip çıkabilecek, onun yanında olabilecek biridir. En ufak şeylerde bile kaçan biri değildir!

E o zaman ben kedi alır onla aşk yaşarım, konuşmadan anlaşacaksak hani... Ve 4 ay. 4 ay nedir ki? Hiçbir şey...

Yazık, çok yazık...

11 Mart 2014 Salı

Kara Kaşlı Çocuk; Berkin

Bugün 15 yaşındaki UMUDUMUZ, BERKİNİMİZ 269 gündür komadan tutunduğu hayata gözlerini yumdu.
Türkiye olarak son birkaç aydır iyi bir güne uyanmanın nasıl bir şey olduğunu unutmuştuk zaten, ama bugün çok farklı oldu. Yolsuzluklar, tapeler veya başka şeyler gibi değildi kötü başlangıç, bugün aylardır, 269 gündür uyanmasını beklediğimiz Berkin'i kaybettiğimizi öğrendik sabah 7'de.
Berkin'i tanımadan kardeşimiz, dostumuz, çocuğumuz kabul ettik. O bizim Lobna'dan sonraki umudumuz oldu. Dua etmeyenlerimiz bile günlerce, haftalarca, aylarca Berkin uyansın diye dua etti. Herkes kendi çapında bir şeyler yapmaya çalıştı. Herkes derken, lütfen! DUYARLI OLAN HERKES.
"Başbakanımız" ve yalakalarından kesinlikle söz etmek istemiyorum bu yazıda, zira söz etmeye kalkarsam benden bir daha hiçbir zaman duyamayacağınız şeyler duyabilirsiniz.

Bugün, malesef Türkiye'de olamadığım için, Hamburg Konsolosluğu'nun önünde yapılacak olan eyleme gittim. Elimde bir somon ekmekle... Sayı olarak çok fazla olmasak da kendi çapımızda bir şeyler yapmak, insanları bilgilendirmek istedik. Ancak hoşuma gitmeyen birkaç nokta oldu. Berkin'i anmak için herhangi bir partiye veya örgüte üye olmaya veya bir şeyleri desteklemeye gerek yoktur. Berkin bizim çocuğumuz, umudumuzdu ve onu kaybettik. İnsanlığımız onu anmamıza yetmeli. Konsolosluğun önünde Apo bayrakları vardı. Konumuz çocuk katilleriydi değil mi? Peki Apo bayraklarının orada işi ne?! Ya da şöyle sorayım: Herhangi bir bayrağın orada işi ne? Olay illa ki Apo değil tabi. O kısma girersek konu çok dağılır zaten, gerek de yok. Sadece "Berkin'in katili faşişt T.C. devletidir." denmemelidir. "Polise o emri ben verdim." diyen adam için Türkiye Cumhuriyeti Devletini'nin adı kesinlikle bu tarz sloganlarla anılmamalı. Elma ile armutu lütfen ama lütfen birbirinden ayıralım. Farklı eylemler başka zaman yapılabilir. Bir çocuğun vefatını, katledilişinin yasını tutmak için hangi dinden, hangi devletten olursa olsun insanların kol kola girebildiği bir gün olsun bugün.

Berkin öldü. Berkin öldürüldü ve katil(ler)i belli!

Artık evinizde oturmayın, yalvarırım kalkın ve tepkinizi gösterin. Sokaklara çıkın, çocuklarınıza öğretin. Konsolosluk'taki kız gibi: "E zaten öldü, biz niye burdayız ki?!" diyen bir evladınız olmasın! Oy verin, oy vermeyi öğütleyin, oy vermeyi öğretin. Bir oyun ne kadar önemli olduğunun farkına varın! Daha kaç kişinin canının yanmasını, öldürülmesini bekliyorsunuz?! Bu ülke bizlere emanet, ona şimdi sahip çıkmayacaksak ne zaman çıkacağız?!


OY VERİN! UYANIN! UNUTTURMAYIN!!!

UNUTURSAK KALBİMİZ KURUSUN!!!!!!


22 Ocak 2014 Çarşamba

Sonu Başından Belli Olan "Şeyler" ve Tepkilerimiz

Bilirsin, az zaman vardır, bir şey olacağı yoktur veya geleceği yoktur diyelim. Ama merakına yenik düşer ve bir şeylere başlamak istersin. Sonra da "Amaaaaan nolabilir ki?" dersin. Gittikçe daha çok hoşuna gitmeye başlar karşıdaki kişi, zamanının çoğunu onunla geçirirsin. Sonun ne zaman olduğunu bile bile. Sonra da ya bağlanırsın ya da sever veya aşık olursun.

Neredeyse herkesin başına gelmiştir bu. Ya mesafeler ya da karşıdaki kişi yüzünden yürümeyeceğini bilip yine de denemek istemişsinizdir. Çevremde o kadar çok insan var ki, zamanında bunu yaşamış olan. Merak ettiğim bir şey var: Bunu kendimize niye yapıyoruz?! Acı çekmeyi mi seviyoruz? Ya da yalnız olmaktansa hayatımda biri mi olsa diyoruz? Peki o "geçici biri" hayatımızda olmasa, kalıcı insanlar bulabilir miyiz acaba? Sevgi veya aşk olmadan bir ilişki olur mu? Cinsellikten bahsetmiyorum burada, yanlış anlaşılmasın. Arkadaşça vakit geçirilip yine de eğlenilemez mi? Madem geçici bir şey bu daha iyi olmaz mı? Kendimize ne kadar sınırlar koyabiliyoruz veya koymak istiyor muyuz? Yoksa sonuna kadar gittiğimizde bizi ne bekliyor, esas onu mu merak ediyoruz? Zamanla hayatınıza geçici girmiş kişiyi severseniz ne olur peki? 

Ben duyguları ile çok hareket etmiş ve yaralanmış bir insan olarak, artık mantığımı kullanmak istiyorum. İlişkide sınır belirlemek çok zor değil, esas zor olan insanın kendi kafasındaki sınırları belirlemesi. Nerede kendine dur demesi gerektiğini bilmesi... Peki, "Dur bakalım, ben bu adamı sevmeye başladım, olmaz böyle şey; hemen durmam lazım." deyip gerçekten de kendini durdurabilen var mı? Yoksa gerçekten de kendimize laf anlatamıyor muyuz? Kendi içimizde verdiğimiz savaştan dolayı da karşımızdaki insana öfkeleniyoruz. Ne yapabilir ki o aslında? Asıl kızdığımız kişi kendimiziz. Ya itiraf etmekten korktuğumuz için ya da görmezden gelerek daha rahat edeceğimizi düşündüğümüz için kendimize olan öfkemizi, sinirimizi ve hayal kırıklığını, en yakınımızdan çıkartıyoruz. Bu sadece partnerimize olan bir şey değil. Anne, babamız ve arkadaşlarımıza da sık sık yaptığımız bir şey. Peki bunu yaparak, zaten kısıtlı olan vakti, en çok da kendimize zehir etmiş olmuyor muyuz? Gerçekten kendimizi akışına bırakabilir miyiz? Üzüleceğimizi bile bile bazı şeyleri yaşayabilir miyiz? Ya da "Hayır, ben daha fazla üzülemem." deyip güzel şeylerin içine etmeyi mi tercih ederiz? Niye kendimizi, kısıtlı olsa bile, güzel olan bir şeyi yaşamaktan alıkoyarız? Ne zamana kadar kalbimizi pamuklara sarıp saklayabiliriz? Bunu yaptığımızda yaşamış olabilir miyiz peki?

En iyisi kendimizle hesaplaşmak olsa gerek. 

17 Ocak 2014 Cuma

Ubi Bene İbi Patria

Kendini iyi hissettiğin yer evindir derler. Şu anda sunumumu hazırlamam gerekirken niye bunları yazıyorum bilmiyorum. Son iki hafta, sonra bir dönem daha bitiyor. Bu dönem çok hızlı geçmedi mi acaba? İyi de oldu bir bakıma, iyi ki gelmişim buraya. Evimde gibi hissedebildiğim bir yer. Evin ev olmaktan çıkıyorsa eğer kaçacak yerler ararsın mecburen. Almanya da benim her zaman kaçamağım olmuştur. Tatil için bile olsa ne zaman Almanya'ya gelsem: "Oh düzene döndüm" derim. Ben düzene alışık bir insanım, galiba yetiştirilme tarzımla alakalı bir şey. Her zaman çok dakik bir aile olmuşuzdur. Kurallara tapan ve dakikası dakikasına her şeyi planlayan. Çoğu kişinin hoşuna gitmez büyük ihtimal ama kendinizi güvende hissedersiniz ne olacağını bilince.
Hayatınızda farklı şeyler olmaya başladığında (kötü şeylerden bahsediyorum tabi ki) dünyanızın başınıza yıkılması dışında, ki bu çok olağan bir şey, planlar altüst olduğu ve ne yapacağınızı bilemediğiniz için sudan çıkmış balığa dönersiniz. İnsanların sizi terk etmesi mi yoksa yalanlar içinde kalmak mı daha çok koyar, karar veremezsiniz. Bir kişi ile başlar önce her şey, sonra olaylar büyür ve herkes dahil olur, işte o zaman aslında kimseye güvenmemeniz gerektiğini anlarsınız. Bu hayatta güvenebileceğiniz birini arıyorsanız, boşverin. Sadece kendinize güvenebilirsiniz. İnanın bana ne olacağı hiç belli olmaz. Dünyada en güvendiğiniz, belki idol olarak gördüğünüz kişi sizi yerle bir edebilir. İşte o zaman keşke dersiniz. Keşke kelimesinden ne kadar nefret ettiğimi beni tanıyan herkes bilir. Keşke diyeceğime hep iyi ki yapmışım demeyi tercih ederim.
Neyse ne diyorduk; Güvendiğiniz kişiler tek tek hayatınızdan çıkmaya ve size yalan söylemeye başladığında inandığınız her şey değişir. Bulunduğunuz şehir size hep onları hatırlatır, en ufak detaylar bile gözlerinizin dolmasına neden olur. Sonra kaçacak bir yer ararsınız, uzak olmalı, onlardan çok uzak olmalı.
Hamburg'a gelmemin en büyük nedenlerinden biri buydu benim. Ve şimdi iyi ki diyorum, iyi ki çevremdekileri dinleyip gelmişim, belki de kaçmışım. Bazen savaşmak yerine kaçmak gerekir, kendinizi korumak için.
Burası benim evim, artık kendimi Antalya'ya ait hissetmiyorum ve bir daha da oraya gidip yaşayacağımı hiç düşünemiyorum. İnsanın kalbi o şehre girdiği an acır mı? Acırmış, gidene kadar da acıması geçmezmiş.

Bu yazıyı yazmamın amacı içimdeki duyguları atmak istemem, bir nevi çöpleri toplamak gibi. Psikologlar hep der ya; yazmak en iyi terapidir diye. Belki de doğrudur, neden olmasın. Bir şeyi biliyorum ama zaman her şeyin ilacı değildir. Her şey için zaman gerekir, sadece yaraların iyileşmesine yardımcı olmaz, bunun için kendimiz çabalamalıyız.

1 Ocak 2014 Çarşamba

Pembe Gönlüm Sende

2013'ü hiç sevmedim ben. Son hafta aklıma geldi, zaten 13 var arkadaşım senede, ne beklersin ki?! Son hafta aklıma gelmesi de nasıl zeki olduğumu gösteriyor bu arada. 
Bu sene kalpten gitmediysem hiç gitmem galiba. 2013'ün tabi birkaç iyi yanı da olmadı değil. Erasmus'a Türkiye'ye gelen ve çok yakın arkadaşlarım olan öğrenciler, okulun son döneminde edindiğim muhteşem dostluklar, mezun olmam ve Hamburg'da yüksek lisansa başlamam...

Ama bu saçma sapan sene en güzel şekilde bitti diyebiliriz. Noelde dünya tatlısı kuzenlerim ve yengemin yanında huzurlu bir tatil yaptım. Ne kadar 14-15 sene boyunca düzgün bir şekilde iletişim kuramasak da -dil problemleri diyelim- onlar benim canım, Almanlarım benim... Ailenin yanında olmak gibisi yok, sabahın 10unda kalksan bile o kahvaltı sofrasına oturduğunda, noel ağacını süslediğinde mutlu oluyorsun. E tabi hediyeler de cabası =)
Noel bitip eve geldikten sonra da, canlarım, direniş arkadaşlarım Miray ve Zülal geldi. Sanki görüşmeye hiç ara vermemişiz gibi, muhteşem bir 3 gün geçirdik. Kah güldük, kah evlere ateşler saldık, kah ağladık, kah sarhoş olduk :D Bazı insanları gördüğün an seversin ve kopamazsın ya, işte onlar da benim için öyle oldular. Geç bulduğum ama BULDUĞUM arkadaşlar. Pembelerimizi giyip efsanevi bir evde 40 yaş üstü eşcinsellerle enteresan ama bir o kadar da eğlenceli bir yılbaşı geçirdik. Hayatımızın ilk havai fişeklerini patlattık. Almanya'da adettenmiş, havai fişeği ateşlerken dilek tutarmış insanlar. E bizden kaçar mı hiç? Bol bol photomatlarda fotoğraf çekildik, euronun ne kadar pahalı olduğundan yakındık, St. Pauli ve Reeperbahn'ı soğuk ve rüzgarılı havadan nefret ederek girdik. "Niye bu sarışınlar ortaya çıkmıyor yaaaaaaaaaa?" ve "Happy new year Hambuuuuuuurg" diye bağırarak sokakları inlettik. Bir de yanımızda "Off Porto çok güzeldi, converse ve deri çeketle kutlamıştık biz geçen yıl yeni yılı, bu ne şimdi?" diyen bir adet Zülal vardı. 

İyi ki geldiniz kızlar, sayenizde 2014'e bomba gibi giriş yaptık =) Rougetteli kahvaltılarımızı, deli gibi çikolata komasına girişlerimizi, fortune cookielerimizi hiç unutmayacağım. Bir Amsterdam olmasa da Hamburg da efsanedir, bunu öğrenmiş olduk.
Ps: EVİM ÇOK GÜZEL DEĞİL Mİ? =))